Babasının adı Muhammed, dedesinin adı Muhammed. Kendi adı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend El-Buhârî. Lakabı, Belâ Gerdan. (Bütün bela ve musibetleri kendi üzerine alıp
müridanını her türlü sıkıntıdan koruyan manasına) Seyyid Emir Kilal Hazretlerinin talebesidir. Daha üst makamlarda Üveysî olarak yetişmiştir ki Abdül-halik Gucdüvânî (k.s.)
Hazretlerinin ruhaniyeti ile yetişmiştir. Buhâra'nın Kasr-ı Ârifân kasabasında dünyayı şereflendirdiler.
DOĞUMU
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, Muharrem ayında dünyaya geldi. Doğduğu yıl, hicretin 717. (M.1317.) yılı idi. Doğduğu yer ise ( Buhâra'ya bir fersah uzakta) Kasr-ı Ârifân
kasabası idi.
Evliyaullah'ın en büyüklerinden ve Seyyid Emir Kilâl Hazretlerinin en büyük halîfelerinden olan Şâh Nakşibend, tarîkatın imâmı, hakîkatın pîri, şerîat ve ehl-i sünnetin önderidir. Daha
çocukluğunda mübarek yüzünde velîlik eserleri açıkça görülmüştür.
"Ravzatü'l-İslâm" isimli eserin müellifi Şeyh Şerafeddin Muhammed Nakşibendî'nin rivayetine göre temiz ve şerefli nesebleri bir kaç vasıta ile İmam Câferü's-Sâdık Hazretlerine dayanır. Şöyle
ki; Hazret-i Muhammed Bahaüddin bin Seyyid Muhammed Buhârî bin Seyyid Celâl bin Seyyid Burhâneddin bin Seyyid Abdullah bin Seyyid Zeynelâbidin bin Seyyid Kaasım bin Seyyid Şâban bin Seyyid
Burhâneddin bin Seyyid Mahmud bin Seyyid Bulhak bin Seyyid Taki bin İmam-ı Mûsa Kaazım bin İmam Câferü's-Sâdık (Radıyallahü anhüm ecmaîn)
Hâce Muhammed Bâbâ Semâsî Hazretleri, Hazreti Şâh Nakşibend'in doğumundan önce Kasr-i Arifan'dan geçerken, tarîkatta imam olacak emsalsiz bir zatın zuhur edeceğini müridlerine müjdelemişler
ve henüz üç günlük yeni doğmuş bir çocuk iken O'nu evlatlığa kabul edip, zâhiren ve bâtınen terbiye etmeleri için Seyyid Emir Kilâl Hazretlerine havale buyurmuşlar idi.
ŞEYHLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, tarikata zahirde, önceleri Muhammed Bâbâ Semâsî yolundan girdi; ondan sonra da, seyyid Emir Kilâl ile devam ettirdi. Ancak, esas
irşadı, Hâce Abdülhalik Gucduvanî (k.s.) hazretlerinin ruhaniyeti ile (Üveysî) oldu..
İLK HALLERİ VE ÇALIŞMALARI
Hakîki manada hidayete erişini, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri şöyle anlatıyor:
— Heniz 18 yaşındaydım. Dedem beni Semâs'a yolladı ki, büyük Arif, Meşhur Mürşit Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'ye hizmet edeyim diye.
Onun yanına vardığım zaman, henüz akşam olmamış, güneş bat-mamıştı. Onun bereketi ile içimde bir sükûnet, huşu, yakarış, Allâhü Teâlâ'ya bir dönüş buldum.
Bir seher vakti idi; kalktım, abdest aldım; Muhammed Bâbâ Semâsî'nin müridlerinin bulunduğu mescide gittim. İlk tekbiri aldım, na-maza başladım. Secdeye vardığım zaman Allâhü Teâlâ'ya çokça
yalvarıp yakardım; sonunda dilime şöyle bir dua geldi:
— "Allahım, bela yükünü kaldırmak, sevgi mihnetini çekmek için bana güç ihsan eyle."
Sonra sabah namazını Muhammed Bâbâ Semâsî ile kıldım. Namaz bittikten sonra bana döndü, keşif yolu ile içimden geçenleri, okuduğum duayı hatırlattı ve şöyle dedi:
— Oğlum, dualarında : "Allahım, bu zayıf kuluna rızâna muvafık ameller işlemeyi nasib eyle!." diye dua etmen daha uygun olur. Çünkü Allâhü Teâlâ, kulunun bela içinde olmasından hoşnut
değildir. Eğer sev-diği bir kula belayı (hikmeti icabı ) verirse, ona taşıma gücünü de verir ve o belâdaki hikmetini de ona anlatır. Bu sebeple, bir kulun belayı seçmesi doğru olmadığı
gibi edebe de uygun değildir.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hazret-i Şeyh Muhammed Baba Semâsî vefat ettikten sonra, de-dem beni alıp Semerkand'a götürdü. Onun âdeti idi: Her nerede hak ehli bir zat duysa, beni alıp onun yanına götürürdü;
ondan bana duâ etmesini isterdi. Onların duâ bereketleri de bana gelirdi. Daha sonra da beni Buhâra'ya götürdü; beni orada evlendirdi. Esas kaldığım yer, Kasr-ı Ârifân idi. Allah'ın
bana bir yardımı oldu ki; HÂCE-i Azizan'ın kavuğu bana geldi. O sıralarda hallerim iyi, ümitlerim kuvvetli idi. Seyyid Emir Kilâl'den sohbet nasibimi alıncaya kadar bu halim devam etti. Bir
gün Seyyid Emir Kilâl, bana şöyle dedi:
— Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî bana şöyle dedi: "Bu oğlumun terbiyesinde gayreti elden bırakma. Bu oğlum Muhammed Bahaüddin'e dikkat et, ona şefkatli davran. Onun terbiyesinde kusur
edersen, hakkımı sana helal etmem." Ben de ona şöyle dedim: "Eğer bu vasiyeti yerine getirmezsem adam değilim."
Seyyid Emir Kilal bu vaadini yerine getirdi.
ZAMANIN GELMEDİ Mİ
Muhammed Bahâüddin Şah Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Hakîki manada uyanışım, dönüşüm şöyle olmuştu: Sessiz bir yerde bir arkadaşımla oturmuş, onunla konuşuyordum. Konuşmamı onun yüzüne baka baka yapıyordum. Tam bu sırada şöyle bir ses
duydum:
— Senin, henüz bize tam dönme zamanın gelmedi mi?. Bu söz üze-rine büyük bir hale kapıldım. Hemen bulunduğum yerden koşarak çıktım; orada duracak halim kalmamıştı. Oraya yakın bir yerde su
vardı; o suda boy abdesti aldım. Elbisemi de yıkadım. İki rekât namaz kıldım. Aradan nice seneler geçti; Onun gibi iki rekât namaz kılmak istedim; ama mümkün olmadı.
NASIL GİRMEK İSTERSİN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— İlk cezbeye kapıldığım zaman bana : "Bu yola nasıl girmek istiyor-sun?. " dendi. Dedim ki:
— Her dediğimi, her istediğimi yapmak; her arzumun yerine gelmesi şartı ile girerim. Bana şöyle dendi:
— Olmadı, biz ne dersek onun yapılması gerekir. Dedim ki:
— Benim gücüm yetmez. Ancak benim dediğim olursa girerim; İstediğim olursa adımımı atarım. Aksi halde bu yola girmem.
Bu sual cevap iki kere tekrar edildi; ondan sonra beni bırakıp gittiler; tam onbeş gün öyle kaldım. Bende büyük bir üzüntü meydana geldi. Sonunda bana : "Senin istediğin olacaktır." diye
söylendi. Ben de şöyle dedim:
— Öyle bir yol istiyorum ki, oraya her giren kimse, vuslat (Allah'a ulaşıp kavuşma) makamı ile müşerref olsun.
ONU BURADAN ÇIKARIN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir başka halini de şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali, kendimden geçme hali beni bastırdı. Bu hal içinde çıkıp gittim. Hemen her yola girdim. Ayaklarım dikenden yara oldu. Sonunda gece oldu, içimden Seyyid Emir Kilâl'i
ziyaret etmek geldi. Mevsim de kıştı; hava dondurucuydu. Üzerimde eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Seyyid Emir Kilâl'in konağına gittim. Müridleri arasında oturuyordu. Beni görür görmez
"Bu da kim? diye sordu. Beni ona tanıttılar; Bunun üzerine şöyle dedi:
— Onu buradan çıkarın.
Dışarı çıktım. Nefsimin bu yoldan nefret etmesinden, azmasından, teslim boynunu bağdan sıyırmasından korktum. Fakat Allah'ın bana yar-dımı, rahmeti yetişti. Kendi kendime şöyle dedim:
— Allâhü Teâlâ'nın rızasını kazanma için her perişanlığa katlanacağım. Bu kapıdan da ayrılmam mümkün değil..
Sonra başımı tevazu ile, kırık gönülle o yüksek kapının eşiğine koy-dum. İçimden de şöyle geçirdim:
— Başımı bu eşikten kaldırmayacağım. Başıma ne gelirse gelsin, al-dırmayacağım.
Üzerime yavaş yavaş kar yağıyordu; hava da çok soğuktu. Orada öylece kaldım. Sabah yakındı ki; Seyyid Emir Kilâl dışarı çıktı. Ayağını başıma bastı. Benim orada olduğumu
anlayınca, başımı eşikten kaldırdı; evine götürdü, beni müjdeledi ve şöyle dedi:
— Bu saadet elbisesi, senin üstün değerini anlatır.
Sonra mübarek eli ile ayağımdaki dikenleri temizledi, yara yerlerini sildi. Ve bana bol bol feyizler verdi, mânevî yardımlar etti. O kadar çok lütuflar eyledi ki; Tarifi zordur.
DİKENLİ ODUNLAR
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Buhâra'daydım. Seyyid Emir Kilâl ise Nesef'teydi. Bir gün içim-den şöyle geçti: "Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gideyim."
Hemen hazırlanıp, yola çıktım. Makamına varıp, kendisine selam verdiğim zaman bana şöyle dedi:
— Oğlum, tam da lazım olacağın zaman geldin. Yemek hazırlaya-cağız, bize odun getirecek biri gerekli..
Onun bu işaretini teşekkürle kabullendim. Hemen odun getirmeye gittim. Odunda dikenler vardı, sırtıma batıyordu; fakat aldırış etmeden getirdim. O odunları getirirken de şöyle diyordum:
Cemal kâbesi gayem, o beni koşturan; Arkamdaki diken ip beni coş-turan..
HIZIR ALEYHİSSELAM
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Bir gün cezbe hali bana ağır basmıştı. İçimden, Seyyid Emir Kilâl'in ziyaretine gitmek geldi. O Nesef'te bulunuyordu. Rıbat-ı Cağrai'ye geldiğim zaman, bir atlı ile karşılaştım.
Elinde de büyük bir sopa vardı. Başına da keçe külah giymişti. Yanıma geldi, elindeki sopa ile bana vurdu. Ve türkçe şöyle dedi:
— Sen atı gördünmü?.
Ona hiç bir cevap vermedim. Yol boyunca, bana sataştı durdu; yo-lumu değiştirmeye çalıştı. Ben de ona şöyle dedim:
— Ben senin kim olduğunu biliyorum.
Rıbat—-ı Keravel'e kadar beni izledi; peşimden ayrılmadı. Sonra da, kendisi ile arkadaş olmamı istedi. Ben hiç aldırış etmedim; hiç konuşma-dım. Yürüdüm, gittim. Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna
vardığım zaman bana şöyle dedi:
— Yolda sana Hızır aleyhisselam geldi; neden ona yüz vermedin?. Şöyle dedim:
— Benim niyetim size gelmekti. Sizden başkası ile meşgul olamaz-dım.
KABİRLERİ ZİYARETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşibend (k.s.) Hazretleri bir başka halini şöyle anlatıyor:
— Sülûk halimin ilk günleri idi. Haller ağır basmıştı; kararsız bir hal almıştım. Bu yüzden geceleri Buhâra'nın çevresini dolaşıp duruyordum. Bu arada kabirleri de ziyaret etmeyi âdet
edinmiştim. Bir gece, Muhammed b. Vasi'in kabrini ziyaret ettim. Orada bir kandil yanıyordu, içinde de yeteri kadar yağ vardı; uzunca da bir fitili vardı. Ancak, onun fitilinin biraz
oynatılması gerekiyordu. Böyle olursa yağı çeker, aydınlığı yenilenirdi. Orada biraz oturduktan sonra bana bir işaret geldi; şöyle deni-yordu:
— Şeyh Ahmed Acğaryo'nun kabrine teveccüh et.
Oraya gittim. Orada da aynı şekilde bir kandil buldum. Tam bu sırada iki kişi geldi. Belime iki kılıç bağladılar. Bir merkebe bindirdiler. Doğruca Şeyh Ahmed Müzdahin'in kabrine götürdüler.
Oraya gittiğimiz zaman yine öncekilere benzer bir kandil gördük. Orada eşekten indim, kıbleye doğru oturdum.
Bu teveccüh sırasında kendimden geçtim; rüya gördüm. Kıble duvarı yarıldı. Büyük bir deve çıktı; onun üzerinde de cüsseli bir adam vardı. Sarığını sarkıtmıştı. Bu sarkan sarık, kendisini
örtmüştü. Devenin çevre-sinde de kalabalık bir cemaat vardı. Onların arasında Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî de bulunuyordu.
İçimden şöyle geçirdim:
— Keşke bileydim, bu cüsseli adam kimdir?. Çevresindekiler kimler-dir?. Onlardan biri bana şöyle anlattı:
— O deve üstündeki cüsseli adam, Abdülhalik Gucdüvanî'dir. Çevresindeki cemaat ise, onun halifeleridir.
Daha sonra, onlardan her birine işaret ede ede, şöyle dedi:
— Bu, Şeyh Ahmed Sıddık'tır. Bu, Şeyh Evliya Kebir'dir. Bu, Şeyh Arif Rivgirî'dir. Bu, Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'dir. Bu, Şeyh Ali Ramitenî'dir. Sonunda Muhammed Bâbâ Semâsî'ye kadar saydı.
Sonra şöyle dedi:
— Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana kavuk verdi. Kendisini tanıdın mı?.
— Evet dedim. Halbuki o kavuk hikayesi üzerinden uzun bir zaman geçmişti, ben de onu unutmuştum.
Şöyle dedi:
— O kavuk, senin evindedir. Onun uğuru, bereketi ile Allâhü Teâlâ, senden büyük bir belâyı kaldıracaktır.
Bundan sonra, o cemaat bana şöyle dedi;
— Şimdi iyi dinle, Hazret-i Şeyh-i Kebir Abdülhâlık Gucdüvani sana bazı şeyler söyleyecek; onların hepsine senin ihtiyacın var. Hak yolda olduğun süre, onlar sana lâzım olacak. Onlara dedim
ki:
— Bana yol verin, o zata selâm vereyim.
Perdeyi araladılar, ona selâm verdim; o da konuşmaya başladı. Sülûk halinin başında, ortasında, sonunda neler gerekse hepsini anlattı; sonunda şöyle dedi:
— O gördüğün kandiller senin için hem bir işârettir, hem de müjdedir. İşaret odur ki: O fitilleri biraz oynatsan; nurların arta, sırlar sana açıla... Müjde de şudur; Bu yol için senin tam bir
kabiliyetin var. Öyle ise, bu kabiliyetin hakkını ver ki, makamları aşasın, en yükseğine ulaşasın. Doğru ol, meşru emirler caddesinde yürü. Hem de her halinde.. İyiliği söyle, kötülükten
çekindir. İşin kolayına kaçmaktan uzak dur; oldukça gayret isteyen işlere gir. Olmaya ki, din dışı hareketlere giresin. Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetleri, hadis-i şerifleri senin
yönünü tayin etmeli.. Allah ona salat ü selâm eylesin. Ondan gelen haberleri araştır. Onun izlerini izle. Onun değerli ashabının hallerini gözden uzak tutma.
Bu emirler üzerinde çok durdu. Beni teşvik etti.
Sözlerini tamamladıktan sonra Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu gördüğün rüya değil gerçektir. Bunun alâmetini anlamak ister-sen, yarın Mevlâna Şemseddin Enbikûtî'ye git. Ona bir dava durumunu bildir. Ona de ki:
— Falan Türk'ün, Saka aleyhine açtığı dava doğrudur; hak Türk'ündür. Sen ise, Saka'ya yardım ediyorsun, onun tarafını tutuyorsun.
Şayet Saka, haksız olduğunu kabul etmez ise ona şöyle söylersin:
— Bende, senin aleyhine iki delil var; şöyleki:
1) Ey Saka, sen susuzsun. (O, bu sözün manasını anlar.)
2) Ey saka, sen yabancı bir kadınla cinsî münasebette bulundun. O kadın da senden hamile kaldı. Onun karnındaki çocuğu düşürttün; sonra da götürüp falan üzüm bağının falan yerine
gömdün.
Daha sonra, Şeyh'in halifesi bana şöyle dedi:
— Bu emri, birinci gün Mevlâna Şemseddin'e ulaştırdıktan sonra ikinci gün, üç tane kuru üzüm al, Seyyid Emir Kilâl'in hizmetine git. Yolda giderken, falan yerde yaşlı birini göreceksin. Sana
sıcak bir ekmek verecektir. O ekmeği ondan al, fakat onunla konuşma; yoluna devam et. Yolda bir kafileye rastlayacaksın. Bunları da geçtikten sonra bir atlı gö-receksin; ona öğüt ver, onun
tevbesi senin elinde olacaktır. Sendeki Hâce-i Azizan'a ait kavuğu da Seyyid Emir Kilâl'e ver.
Daha sonra beni o yere götürenler dürttüler, uyandım; kendime gel-dim.
BÜYÜK KAVUK
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Sabah oldu, Zivertun'daki evime gittim. Aileme kavuktan sordum; hemen bana getirdiler. Dediler ki:
— Uzun zamandan beri bu kavuk şurada duruyor.
O kavuğu görür görmez, bana büyük bir hal geldi; ve çok ağladım. Sonra, hemen o kavuğu aldım, aynı saatte Enbikete'ye gittim. (Enbikete, Buhâra köylerinden bir köydür.
)
Daha sonra Mevlana Şemseddin'in mescidine gittim. Sabah namazını onunla kıldım. Namazdan sonra, bana verilen haberi tebliğ ettim; hayret etti.
O sırada, Saka da orada idi; yine Türkün iddiasını reddetti. Bana verilen belgeleri, delilleri söyledim. Bilhassa yabancı kadınla yattığını in-kâr etti. Bunun üzerine, mescidde bulunan
cemaatten bir gurup bahsi geçen üzüm bağına gitti. O yeri kazdılar, düşük çocuğun cesedini bul-dular. Bundan sonra Saka yalvarmaya, özür dilemeye başladı. Oradakilere büyük bir hal geldi;
Mevlâna Şemseddin ve oradaki cemaat ağlamaya başladılar.
İkinci gün, bana tayin edilen yoldan Nesef'e gittim. Üzerime de üç tane üzüm tanesi aldım.
Mevlâna gideceğimi anlayınca, bana birini yolladı, çokça da lütuflar eyledi. Sonra şöyle dedi:
— Görüyorum ki, arama elemleri seni sarmış. Ulaşmayı elde etme ateşi sana tesir etmiş. Senin şifan bizdedir. Burada kal, senin terbiye hakkını verelim. Seni en üstün gayene erdirelim. Üstün
himmetin nisbe-tinde seni yükseltelim.
Bunun üzerine ben ona:
— Ben, sizden başkasının çocuğuyum. Terbiye memesini ağzıma da koysanız onu kabul edemem, deyince sustu. Yola çıkmama izin verdi.
Benim bir kuşağım vardı. İki kişi çağırdım. Onlara Çok sıkı bir şekilde iki taraftan belime sarıp bağlamalarını tembih ettim. Sonra yola çıktım. Anlatılan yere geldiğim zaman, yaşlı birini
gördüm. Bana sıcak bir ekmek verdi. Ekmeği aldım. Onunla hiç konuşmadan geçip gittim. Gide gide bir kafileye rastladım. O kafilenin adamları bana sordular:
— Nereden geliyorsun?. Dedim ki:
— Enbikete'den geliyorum. Yine sordular:
— Oradan ne zaman çıktın?. Dedim ki:
— Güneş doğarken çıktım.
O kafilenin yanında iken kuşluk vakti olmuştu. Şaşırdılar:
— Ora ile bura arasında dört fersahlık yol var. Halbuki biz gecenin ilkinde çıktık; buraya da yeni geldik, dediler. Onları orada bıraktım, yola devam ettim.
Giderken, bir atlı ile karşılaştım. Yanına geldiğim zaman, kendisine selâm verdim. Bana sordu:
— Sen kimsin, ben senden korkuyorum?. Dedim ki:
— Kormana gerek yok; tevbeye gelmen benim elimde olacak.
Hemen atından indi. Tam bir tevazu gösterdi. Niyet etti, tevbeye geldi. Yanında şarap yükü vardı; hepsini döktü. Onu da geçip gittim. Sonra Nesef sınırına geldim. Seyyid Emir Kilâl'in
makamına doğru yol-landım.
Seyyid Emir Kilâl'i görünce, kavuğu huzuruna bıraktım. Uzun süre sustuktan sonra şöyle dedi:
— Bu, Azizan'ın kavuğudur.
— Evet öyledir, dedim.
Bana şöyle dedi:
— Gelen emir odur ki: Bu kavuğu, on katlı bohça içinde saklayasın.
Onu aldım, emrettiği gibi yaptım.
Bundan sonra bana kelime-i tevhid zikrini telkin etti; gizli okumamı söyledi. Devamlı bununla meşgul olmamı emretti.
Bu işte, hep onun emrini tuttum.
Bana biraz gayret isteyen işleri yapmam emredilmişti; bunun için de açık zikri yapamazdım. Sonra, meşru ilimlerin nurlarını almak için, ilim sahiplerini izlemeye başladım. Resulüllah'ın
(s.a.v) izini izledim. Onun hadis-i şeriflerini okumaya başladım. Kendisinin ahlâkı üzerine durdum; Eshab-ı kiram'ın hallerini araştırdım. Bana emredildiği üzere, bütün bunlarla amel
ettim. Bu yaptıklarımın tam tesirini gördüm, büyük fayda-sını aldım.
Hasılı: O gördüğüm vakada, Hazret-i Şeyh Abdülhalik Gucdüvanî bana ne dediyse, hemen hepsi de zamanında ortaya çıktı.
SİKKE VERDİ
Abdü'l Hâlik Gucdüvânî Hazretleri bana döndü, hakkımda çok büyük inâyet buyurdu, bir sikke verdi ve şöyle dedi:
—"Bu sikkenin kerameti odur ki, bunu üzerinde taşıyan zâta nâzil olacak belalar, bunun bereketiyle o kimseden defolur.
Daha sonra sülûkun başlangıç, orta ve sonlarına ait yüksek sözleri bana beyan buyurdular.
BELALAR
Şeyh Mahmud İncir Fağnevî'nin zamanından, Seyyid Emir Kilal'e kadar cehrî zikir de yapılırdı. Bunun için toplanırlardı. Ancak, ayrı ayrı zikrettikleri zaman gizli zikir yaparlardı. Şah
Nakşibend Hazretleri bu yolun başına geçince işin ağır tarafını tercih etmiş, gizli zikirde kalınmıştır.
Emir Kilâl'in müridleri bir araya geldikleri ve açık zikre başladıkları zaman, Şâh Nakşibend Hazretleri onların yanından kalkar giderdi. Kalkıp gitmesi, onlara ağır geldi. Bu yüzden onların
bazısı, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hakkında iyi düşünmezdi. O, onların hatırının kırılmasına, incinmelerine aldırış etmezdi. Çünkü, har manada Seyyid Emir
Kilâl'in hizmetindeydi ve ona karşı edepte kusur etmemek, edep hakkını ödemekti ki; bunu da hakkıyla yapıyordu.
Günler geçip giderken, Seyyid Emir Kilâl, Şah Nakşibend Hazretlerine her gün biraz daha iltifat ediyordu. Onu itina ile koruyor; yanından da hiç ayırmıyordu.
Bir gün, Seyyid Emir Kilâl'in müridleri, mescidinin onarımı için top-landılar; beş yüz kadar vardılar.
Oradan çıktıktan sonra hepsi Seyyid Emir Kilâl'in huzuruna gelip oturdular. Seyyid Emir Kilâl, onlar arasında Şah Nakşibend Hazretleri hakkında iyi düşünmeyenlere, onu eksikli kusurlu
bulanlara baktı. Sonra da onlara şöyle dedi:
— Şeyh Bahaüddin hakkında düşündükleriniz yanlıştır; doğru değil-dir. Allâhü Teâlâ onu kabul buyurmuştur ama, siz bilmiyorsunuz. Gözüm, bakışım onadır; bu da Cenabı Hakk 'ın onu kabulünden
ötürüdür.
O anda, Şah Nakşibend Hazretleri orada değildi. Mescidin kerpicini taşıyordu. Birini gönderdi, çağırttı; gelince de şöyle dedi:
— Oğlum, Şeyh Muhammed Bâbâ Semâsî'nin vasiyetini tam olarak yerine getirdim ; senin için ne lazımsa yaptım.
Sonra da göğsünü işaret ederek şöyle dedi:
— Sana terbiye sütünü verdim; sonunda bitti. Ne var ki, senin kabi-liyetin, hep güçleniyor. Şimdi sana izin veriyorum. Meşayih ara, onlardan faydalan. Himmetin gayretin büyüklüğü
nisbetinde onlardan feyizler almaya çalış.
Şah Nakşibend Hazretleri bu sözleri şöyle yorumluyor:
—" Seyyid Emir Kilâl'in üsteki sözleri benim için büyük bir ibtilaya (bela ve musibetlere girmeme) sebeb oldu. Bir denemeden, diğer bir denemeye geçtim.
DİGER ŞEYHLERLE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Bundan sonra Mevlâna Arif Dikkeranî ile yedi sene sohbet ettim. Ondan sonra da Şeyh Kusem'in sohbetine girdim. Bir gece uyumuşum, Hakim Ata'yı gördüm. Hakim Ata Türk şeyhlerinin
büyükleri arasındaydı. Rüyada, bana bir dervişi tavsiye etti. Uyandığım zaman, o dervişin suretini muhayyilemde buldum.
Benim çok iyi bir ninem vardı. Gördüğüm rüyayı ona anlattım; şöyle dedi:
— Oğlum, yakında sana Türk şeyhlerinden nasih gelecek.
Bundan sonra, hep o dervişle karşılaşmayı arzu edip durdum; onunla buluşmayı bekledim. Sonunda onunla Buhâra'da karşılaştım. Görür görmez de tanıdım. Onun ismi şuydu: Halil Ata..
Onu gördüm görmesine ama, o saatte onunla sohbet etmek içimden gelmedi. Eve gittim. Gönlüm, hep onunla meşguldü.
Akşam vakti olmuştu; bir şahıs bana geldi, şöyle dedi:
— Derviş Halil seni istiyor.
Hemen ziyaret hediyesini aldım, çabucak ona gittim. Onu görür görmez istedim ki, daha önce gördüğüm rüyayı anlatayım. Bana Türkçe şöyle dedi:
— Gördüğün rüyayı biliyorum, anlatmana gerek yoktur.
Bunun üzerine kalbim ona kaydı; onun sözünden çok çok etkilendim. Onun sohbeti ile üstün hallere erdim.
Sonra Maveraünnehir halkı, onu başlarına başkan seçtiler, kendilerini sultan ettiler. Böyle iken yine onun yanından ayrılmadım. Onun saltanat günlerinde, kendisinden çok büyük haller gördüm.
Kalbim ona karşı daha çok sevgi ile doldu.
Bu Halil Ata da, beni yetiştirme işinde üstün gayret gösterdi; hallerimi üstün etmeye çalıştı, bana çok şefkatli davrandı. Çok kere bana hizmet edeplerini öğretirdi.
Altı sene Halil Ata'nın sohbetinde kaldım; Saltanat süresinde yanın-dan ayrılmadım. Zahirde onun hizmet edeplerine riayet ediyor, ona karşı bir kusur işlememeye çalışıyordum; kimselerin
olmadığı yerde de, onun özel sohbetinde oluyordum. Çok kere, seçkin müridleri arasında şöyle derdi:
— Her kim Allah rızası için bana hizmet ederse, halk arasında büyük olur.
Ben, onun bu sözüyle ne demek istediğini, kimi anlatmak istediğini biliyor, anlıyordum. O beni anlatmak istiyordu.
Şunu unutmamak gerekir ki, sultanlara tazim etmek, onlara saygı göstermek; onların dıştakı saltanatları, azametleri için olmamalıdır. Çünkü onlar sultanlar sultanı Allah'ın, Celâl sıfatının
zuhur yerleridir.
Aradan bir süre geçtikten sonra Halil Ata'nın saltanatı çöktü. Onun intikali ile haller değişti. Bir anda o saltanat, o debdebe toz olup gitti. Onun böyle olması, bende dünyaya karşı daha da
gani gönüllü zahid olma arzusu doğurdu. Dünya işlerine karşı içime bir kesiklik geldi. Sonra Buhâra'ya döndüm; Zivertun'da kaldım.
...............
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri devamını şöyle anlatıyor:
— Arayış içinde olduğum ilk günlerin birinde Allâhü Teâlâ'nın sevgili kullarından biri ile karşılaştım. O zamanlar, cezbe halim ileri idi. Bana dedi:
— Görülen duruma göre, sen ashaptan birini andırıyorsun, dedi. Şöyle dedim:
— Allah dostlarının himmet nazarına uğrarsam, ümidim odur ki, de-diğin gibi olurum. Bana yine sordu:
— Vaktin nasıl geçiyor, neler yapıyorsun? Şöyle dedim:
— Bulunca şükrediyorum, bulamayıncada sabrediyorum. Gülümsedi ve şöyle dedi:
— Bu dediğin kolay iştir. Asıl önemli olan, Nefsini biraz zora koşup bir hafta yiyecek içecek bulamasan dahi nefsin sana baş kaldırmaya..
Onun böyle demesi üzerine, kendisine tevazu gösterdim, kendisinden yardım istedim. Bana şöyle dedi:
— Gönül almaya bak, güçsüzlere hizmet et. Zayıfları, gönlü kırıkları koru. Bunlar öyle kimselerdir ki: Halktan hiç bir gelirleri yoktur. Bununla beraber tam bir sükûnet, tevazu, kırıklık
içinde kalıp giderler. Onları ara bul.
Onun bu emrini tuttum. Söylediği yolda uzun süre çalıştım. Ondan sonra da bana hayvanlara bakmayı emretti; onların hastalıklarını tedavi etmemi istedi. Tek başıma onların yaralarını
sarmayı, temizlemeyi iyi ni-yetle, ihlasla bu işleri yapmamı emretti. Bu hizmeti de yerine getirdim; bana nasıl anlattıysa öyle yaptım. Bu sıralarda öyle bir hale geldim ki: Yolda giderken
bir köpek görecek olsam; olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini isterdim. Ondan önce adım atmazdım. Bu halim yedi sene devam etti.
Bundan sonra bana kendi köpeklerine sadakatla, saygı ile bakmamı, onlardan yardım istememi emretti; sonra şöyle dedi:
— O köpeklerden birinin bakımını yaparken, büyük bir mutluluk du-yacaksın.
Onun bu emrini de bir ganimet bildim; hiç bir gayreti elden bırak-madım. Onun işaretindeki manayı anladım; verdiği müjdeyi bekledim. Bu bakımdan sırasında bir köpeğin yanına gittim; bende
büyük bir hal meydana geldi. Onun önünde durdum; beni bir ağlamak tuttu. Ben öyle ağlamakta iken o sırt üstü yattı, ayaklarını göğe dikti. Bundan sonra hazin hazin sesler çıkarmaya, ağlamaya,
inlemeye başladı. Ben de ellerimi açtım, tevazu ile, kırık gönülle:
— Amin!. dedim, o da sustu, döndü.
Yine o günlerden biri idi. Evden çıktım, bazı yerlere gittim. Yolda harba gördüm. Ki bu, güneşe aşık büyük kelerdir; güneşin rengine göre rengi değişir. Güneşe dalmıştı; onun güzelliğine
hayrandı. Onu o halde görmekten bana büyük bir vecd geldi. Kendi kendime şöyle dedim:
— Bundan şefaat isteyeyim.. Şu anda bu, şefaat makamındadır.
Bunun üzerine karşısında tam bir edep ve saygı ile durdum. Ellerimi kaldırdım. Ben öyle ederken, o daldığı alemden ayrıldı; sırt üstü yattı, göğe doğru yüzünü döndürdü. O, bu halde iken
ben:
— Amin!. diyordum.
Bundan sonra o zat, bana yollarda halkın geçip gitmesine mani olan şeyleri temizlememi emretti. Bu işe de hayli zaman koşup durdum. O kadar ki: yolların taşından, toprağından eteğimin temiz
durduğunu hiç kimse görmedi.
Hâsılı: O büyük zat, bana her ne emrettiyse, tam bir sadakatle, temiz niyetle yaptım. Özümde bunların çok güzel sonuçlarını gördüm; Hallerimde tam bir yükselme oldu.
BUZDA BOY ABDESTİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, arkadaşlarımla birlikte Zivertun'daki evdeydik; uykuda iken bana boy abdesti almayı gerektiren bir hal oldu. Hemen uyandım, geceleyin boyabdesti almak için dışarı çıktım.
Mevsim kıştı, bütün sular da donmuştu. Hangi suya gittiysem, şiddetli soğuktan donmuştu. O buzları kıracak bir şey de bulamadım. Bu durumu arkadaşlardan hiç birine de haber vermedim. Onlara
zorluk vermek istemiyordum. Üzerimde de eski bir kürkten başka bir şey yoktu. Zivertun'dan ümidimi kesince, Kasr-ı Ârifân'daki evime gittim. Orada buzu kıracak bir şey aramaya başladım.
Ailemden hiç kimseyi de bu durumdan haberdar etmek istemedim.
Evin hemen her yanını aradıktan sonra; mescidin yakınında bulunan havuz kenarında su alınan bir kap buldum. Onunla buzu kırmaya başladım. Bu işte çok zorlandım; Hatta elim bile yaralandı.
Sonunda o kapla havuzdan su çıkardım; Boy abdesti aldım. Çok üşüdüm. Boy abdestini aldıktan sonra o kürkü yine giydim. Aynı saatte, o şiddetli soğuğa rağmen, Kasr-ı Ârifân'dan
Zivertun'a döndüm.
FENAYI HAKİKİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Değişik haller yaşadığım günlerin birinde şu bostandaydım. (Bostan, dediği yer, kendi kabridir.)
Orada ben vardım, benimle ilgilenen bir topluluk vardı.
Orada otururken, ilahî cezbe bende ağır bastı. İlahî lütuf geldi, çır-pınmaya başladım. Öyle bir hal aldım ki, ne durabildim, ne de bir şeyle meşgul olabildim. Dinlenme istiyordum.
Kararsız bir şekilde kalktım. Neden, niçin kalktığımı da pek bilmiyor-dum. Hemen kıbleye döndüm, bir yerde oturdum. Aynı anda kendimden geçtim.
İşte o zaman hakîki fenâ halini buldum. Hakîki mânâda Allâhü Teâlâ'nın varlığında yok olup gittim. O anda kendimi, sonsuz olarak nurdan bir deniz, bir yıldız gibi gördüm. Sonra da o nurdan
deniz içinde eridim, bittim. Bende zahirî hayat eseri kalmadı.
Orada hazır olanlar, benim bu halimden ötürü ağlamaya, bağırıp çağırmaya başladılar.
Aradan geçen altı saatten sonra yavaş yavaş beşeriyet halim bana geldi.
KIPÇAKLARIN İSTİLASI
Şöyle anlatıldı:
— Kıpçak askerleri Buhâra şehrini kuşatmışlardı. Bu yüzden, Buhâra halkı, o kadar sıkışmış durumdaydılar ki, damları helâ gibi kullanıyorlardı. Bu sırada, Şâh Nakşibend (k.s.)
Efendimiz de, namaz için hazırladığı bir damda oturuyordu. Huzuruna, samimî iki kişi geldi; bunlar ilme çalışıyorlardı. Onlara şu emri verdi:
— Şu oturduğumuz damın çevresindeki damların pisliğini temizleyin. Sonra da şöyle dedi:
— Buhâra medreselerinin helâlarını ben çok temizledim. Bu yolda, Hak yolcusu sâlike varını bolca harcamaktan, bir şeyin sahibi olmamaktan, üstün gayret sahibi olmaktan başka bir şey
fayda etmez. Beni ancak bu kapıdan içeri aldılar; erdiğime, ancak bu şekilde erdim.
Başka bir cümlesinde ise şöyle dedi:
— Bu yolda varlığı yok etmek, nefsin varlığını görmemek kabul devletinin, ulaşmanın sermayesidir. Bu makamda ben, varlıkların her bir tabakasına nefsimi bağladım; yan yana durduttum. Sonunda
baktım ki: Onların her bir ferdi, nefsimden çok çok daha iyi.. Daha sonra nefsimi artık tabakasına çektim. Gördüm ki, onların da bir yararı var. Kendi nefsi-min hiç bir yararını
görmedim.
Sonunda köpek artığına geldim, kendi kendime şöyle dedim: "Bunun ne yararı var?."
Sonra da şu hükmü verdim: İşte nefsim de bunun gibi bir şey.. Ancak, daha sonra öğrendim ki, onun da faydası varmış..
Bundan sonra şunu bir gerçek olarak bildim ki: Nefsimin asla bir faydası yoktur.
NE İSTİYORSAN İSTE...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle anla-tıyor:
— Bir gece, Zivertun çevresini dolaşmaya çıktım. Sonunda çiçeklik olan bir yere gelip kaldım. Orada anlatılması zor bir hale kapıldım; bana şöyle dendi:
— Zatımızdan ne istiyorsan iste. Tevazu ile, huzurla şöyle dedim:
— Allahım, rahmet deryalarından bana bir damla ver, inayet hazine-lerinden bana bir katre gönder. Şöyle dendi:
— Zatımızdan bir damla mı istiyorsun?.
Bundan da bana büyük bir hal geldi. Titremeye başladım. Yüzüme kuvvetli bir tokat attım. Bu tokatın acısını günlerce duydum. Sonra da şöyle dedim:
— Ey Kerim Allah, taşıma gücü ile birlikte bana rahmet, inayet deni-zini bağışla.
Bundan sonra bağış eseri derhal görüldü; inayet eserini sezdim. Ereceğime o anda erdim.
HİMMETİ YÜKSEK TUTUN
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle dedi:
— Eğer himmetinizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayakları-nızla başıma basmalı, istediğiniz makama çıkmaya
çalışmalısınız.
VEYSEL KARÂNİ VE TİRMİZÎ...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün sülûk hallerini açıklıyordu. Bu arada, büyüklerin ruhaniyet durumlarından yardım istemenin büyük tesirleri olacağını anlattı;
sonra şöyle dedi:
— Veysel Karânî Efendimizin ruhaniyetine yönelip teveccüh etmenin; içten, dıştan bağlardan kopmakta, tam manası ile mânâ âlemi ile bağlantı kurmakta büyük tesiri vardır.
İmam Muhammed b. Ali Tirmizî'nin ruhaniyetine yönelmekte ise, in-sanın kendisine ait sandığı geçici sıfatların bir an önce silinip gitmesinde çok faydası vardır.
YÜKSEK HALLERİNDEN...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin menkıbe-lerini derleyen Mevlâna Salâh şöyle anlattı:
— Hicretin 709. (M.1387) yılı idi. Şâh Nakşibend Efendimizin ya-nındaydım. Şöyle anlattığını dinledim:
— Yirmi sene var ki, ben Hakim Tirmizî'nin izini takib ediyorum. Onun kendine mal edeceği bir sıfatı yoktu; şu anda ben de öyleyim.
Onun bu anlattığından bir şey anlayan anladı; anlamayan da anlamadı.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir başka cümlesinde şöyle anlattı:
— Biz, bu yola ayak basarken, iki yüz kişi idik. Gayret ettim, çalıştım; esas gayeye erdim.
İLK GÜNLERİNDE
"Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allahü Teâlâdan, Resûlüllahtan,
Kur'an-ı kerimden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."
İLK GÜNLERİNDE
Yine şöyle anlatmıştır:
— "Hak yolda ilerlemeye, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, birgün yolum bir kumarhaneye uğradı. İnsanların toplanıp kumar oynamakta olduklarını gördüm.. Bunlardan iki
kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbr şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devam ettiler. Nihayet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti.
Dünyalık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen bu oyunda başımı dahi versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu
kadar zarar ve ziyan görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hasıl oldu ki, o günden i'tibaren Hak
yolunda talebim hergün biraz daha arttı."
İLK GÜNLERİM
Yine şöyle anlatmıştır:
—"Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle olmuştur: Âilem ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbet çok fazla idi. Birgün evimde otururken, aileme ve çocuklarıma pek fazla iltifat ve
muhabbet gösterdim. Bu sırada aniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Herşeyi bırakıp Allaha dönme zamanı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca halim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz
oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rek'at namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Herşeyden el çekip, Allahü teâlaya
döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rek'at namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zivertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün camisinde kılıyordum. Birgün nasıl olduysa, bir
vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Camiinin, âlim ve takvâ sahibi bir imamı vardı. Bana dedi ki: "Ben seni, ibadet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf
dolduran er değil, saf kıran imişsin." İmâma dedim ki: "Zât-ı âliniz benim hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." Ben böyle deyince, imam efendi bana şu
beyti okuyarak cevap verdi:
"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş iledir."
Bu söz kalbime öyle te'sirli oldu ve içime öyle bir dert salıp, beni öyle bir aşka düşürdü ki, ben bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü Teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı.
Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tabi olmak isterken, Allahü Teâlânın
inayeti ile bir ayet-i kerimede bildirildiği gibi, "Allahü Teâlânın açmış olduğu kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez" dedim. Bu söz, eski dostlarıma
çok te'sir etti. Onlar da benim bulunduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü Teâlâdan başka herşeyi bırakıp, Allahü Teâlâya (rızasına) kavuşmaktı. Allahü Teâlâya sonsuz hamdü
senalar olsun ki, bana inayet-i Rabbani erişerek maksadıma kavuşturdu."
İLK GÜNLER
— "Talebeliğimin ilk günlerinde, büyük hocam Hace Muhammed Bâbâ Semâsî hazretlerinin emrettiği şeylerin hepsini yerine getirdiğim. Bunların faidelerini ve te'sirlerini kendimde gördüm. Hocam
bana, Resûlüllah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın yolunda bulunmamı söylemişti. Ben bu vasiyeti tuttum. Bu hususta son derece dikkat ve gayret gösterdim. Âlimlerin meclisine devam edip,
nasihatlerini dinledim. Âlimlerin eserlerini okuyup, bildirilenlere göre amel ettim. Allahü Teâlânın ihsânıyla bunların fâidesini gördüm. Tasavvufda en faydalı ve maksada çabuk kavuşturan
şey, Allahü Teâlâya cân-ı gönülden, kendinden geçerek dua ve niyaz etmek, yalvarmak ve Allahü Teâlânın rızasını istemek, nefsi ezmek, onu mağlup etmektir. İşte bizi bunun için bu kapıdan
içeri aldılar. Her ne bulduksa, bu sebeble bulduk. Bu mekanda sarı yüz ve eski elbise ararlar. Atlas ve ipeğin pazarı buradan başka yerdedir. Bir sâlih, hakikat yolunda kendi nefsini
Fir'avn'ın nefsiyle mukâyese etmeli ve kendi nefsini onun nefsinden yüzbin defa daha aşağı görmeli. Eğer böyle olmazsa, o salih hakikat yolunun ehli olamaz. O yolda yokluk, nefsi tezkiye
kolay değildir. Fakat bu, yolda maksada ulaşmak için bir ipucudur. İşte ben de bunun için nefsimi varlıkların her tabakasına nisbet edip, bu yolda yürüdüm. Nefsimi kâinattaki her şey ile
karşılaştırdım. Hakikatte herşeyi her varlığı, her mahluku daha üstün ve daha hoş gördüm. O hale geldi ki, nefsim ile varlıklardan herhangi biri arasında kıyas yaparak düşündüm. kendimi aşağı
ve aciz gördüm. Bu, benim içimdeki her türlü kir ve pası temizledi. Kâinatta ne varsa hepsinden faide gördüm. Fakat nefsimden hiçbir faide görmedim. Nefsimin önüne geçmemiş olsaydım, onu
terbiye etmeseydim ve kendi isteği ile başbaşa bıraksaydım, beni bu kapıdan içeri almadıkları, bu makama koymadıkları gibi, nefsimin daha bana nice zararları olacaktı."
IRMAK TERSİNE AKTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, bir defasında Şeyh Seyfeddin adlı bir zatın ırmak kenarında bulunan kabri karşısında kalabalık bir cemâatle sohbet ediyordu. O cemâatte bulunanlardan bir
kısmı Bahâüddîn Buhârî hazretlerinin tasavvufdaki yüksek derecesini bilmiyorlardı. Söz evliyâ zâtların hallerinden açılmıştı. Bir hayli süren bu konuşmada, evliyanın meşhurlarından olan Şeyh
Seyfeddin ile Şeyh Hasen Bulgârî arasında geçen kerametler anlatıldı. İçlerinden biri dedi ki:
—"Eskiden velilerin tasarrufu, kerâmeti çok olurdu. Acaba bu zamanda da onlar gibi tasarruf ehli var mıdır? "Bunun üzerine Behâeddin hazretleri buyurdu ki:
—"Bu zamanda öyle zatlar vardır ki, şu ırmağa yukarı ak dese ırmak tersine akmaya başlar." Bu sözler Bahâüddîn hazretlerinin mübarek ağzından çıkar çıkmaz, önlerinde akmakta olan ırmak
ters akmaya başladı. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Ey su! Ben sana yukarı ak demedim" buyurdu. Irmak tekrar eski yöne akmaya başladı. Bu kerametini o kadar çok kimse gördü ki, bu sebeple çokları Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin
büyüklüğünü anlayıp, tam bir teslimiyetle ona bağlandılar ve saâdete kavuştular.
YAĞMUR YAĞDI
Bir defasında Nesef'de büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur beklediler. Fakat bir damla yağmur düşmedi. Nesef halkı, Şah
Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin duasını almak için aralarından birini huzuruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzun ve kederlidir, dedi. Bunun
üzerine, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdu ki:
—"Üzülmesinler, Allahü Teâlâ onlara yağmur gönderecek." Aradan kısa bir zaman geçmişti ki, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir gün ve bir gece devam etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
BİR SOHBET YETERDİ...
Bir talebesi şöyle anlatmıştır:
—"Ben küçük yaşta Cenânyan denilen yerden Buhârâ'ya geldim. Alimlerin derslerine devam ettim. Sonra kalbime Kâ'be'yi ziyaret etme arzusu doğdu. Mekke'ye gidip, Kâ'be'yi ziyaret etmek şerefine
kavuştum. Buhârâ'ya döndüm. Fakat nefsim çok azgındı. Hatta eşkıyâlık yapacak kadar kötü idi. Ben bu halde iken, bende bir çekilme hali hasıl oldu. Bu hal, beni ister istemez Şah Nakşıbend
(k.s.) Hazretlerinin huzuruna sürükledi. Huzuruna varınca, beni yanına yaklaştırdı. Sonra enseme öyle bir vurdu ki, yediğim sillenin te'sirinden neye uğradığımı bilemedim. İstemeyerek
bağırdım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu halime öfkelenip;
— "Sus" dedi. Sonra da; "Eğer sabredip o nârayı atmasaydın, bir sohbetle işin tamam olurdu. buyurdu."
ŞEYH ÖMER'İN HİKÂYESİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendi şöyle anlatmıştır:
—"Benim Bahâüddin Buhârî'ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend'de talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde bulunurdum. Sohbet sırasında bana,
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin faziletini, hallerini anlatırlardı. Böylece görmediğim halde ona karşı içimde bir muhabbet hasıl oldu. Birgün Taşkend'deki talebelerinden birinin evine
gittim. Hocasına rabıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O anda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri gözüme göründü ve kulağıma;
—"Senin Horasan'a gitmen gerekir" diye söyledi. Yemekten sonra Horasan'a, oradan da Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin yakın talebelerinden Mevlana Celâleddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine
varıp kapıda durdum, kendisi tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni çağırıp huzura kabûl ettiler ve;
—"Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var idi. Fakat seninle baş başa görüşmek istedim. Onun için beklettim" dedi. Bundan sonra ben halimi ona anlattım ve çok ağladım, bana yardımcı
olmasını istedim. Yemîn ederek dedi ki:
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun" Sonra onun faziletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzuruna kavuşmak için hemen yola çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma ba'zı hadiselerin geleceğini de işaret etti. Derhal Nesef tarafına doğru yola çıktım. Oradan da Horasan'a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol aldıktan
sonra, sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Fakat yolcular namaza kalkmadılar. Bu duruma üzülüp, onlara nasihat ettim. Fakat bana kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir
hal oldu ki, kendimi suya atmak istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat suya batmadım. Öyle bir hal oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu halimi görünce
ağlamaya başladılar.
—"Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye gel, sen ne dersen onu yapacağız" dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık.
Bir müddet yolculuktan sonra Amûre kal'asına vardık. Orada da acâib hadiseler oldu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine iltica ettim. Şirmüşter denilen bir dergaha vardım. Yola devam ederken
bir kervana rastladım. Bana dediler ki:
—"Bu çöle dalma, çok büyük bir çöldür yolunu şaşırırsın. Burada dur, şayet yola devam edecek olursan sağ tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helak olursun." Kervan geçip
gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak yola gireceğim için bana tehlike gelmez" dedim. Çöle
dalıp yürümeye başladım. Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime ba'zı nefis yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem" dedim. Ben böyle düşünürken, o anda
önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde tam arzu ettiğim yemekler vardı. Bu durum karşısında halim değişti. ağlamaya başladım.
—"Ey Allahım, senin rızanı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben de senin rızandan başka birşey aslâ taleb etmeyeceğim" dedim. O yemekleri yiyip, çölde yola devam ettim.
Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı, beni görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. "Eğer ben bu yoldaki arzum ve isteğimde samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar" dedim. Ben böyle der
demez, ceylanlar yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da halim değişti ve çok ağladım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine karşı muhabbetim o kadar arttı ki,
huzuruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere vardığımda, yine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi
kendime; "Heryerde Allahü teâlanın dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade almadıkça bu şehre girmeyeyim" dedim. Ben böyle düşünürken, karşıma divâne hâlde
bir kimse çıktı. Halk onu görünce; "Divâne Dâvûd geliyor" dediler. Benim yanıma yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selam verdim. "Ve aleykesselâm" deyip selamımı aldı.
—"Hoş geldin Türkistanlı derviş" dedi. Beni yanına yaklaştırıp, koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana verdi.
—"Ey derviş, bu ekmeğin yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim" dedi. Bu hadiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divane gördüm. Çocuklar taşa
tutuyorlardı.
—"Bu divânenin adı nedir?" diye sordum. "Câvâdâr'dır. Bu beldenin divânelerindendir" dediler. Kendi kendime;
—"Bundan da izin alayım" dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp;
—"Ey Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd'un söylediği gibidir" diyerek ilk karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işaret etti. Bundan sonra bende güzel bir hal, cem'ıyyet hasıl
oldu. Yemek arzu ettim ve;
—"Her halde bu şehirde Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ben ilk lokmayı onun elinden yerim" dedim. Bu sırada yanıma birisi gelip;
—"Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur" dedi. Beni evine götürdü. Üç çeşit yemek getirdi. Sonra bana;
—"Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Behrâb denilen yere gitmişler, oradan da buraya teşrif edecekler. Buraya teşrif edinceye kadar sen bizde kalacaksın, Senin yerin burasıdır" dedi. Birkaç gün
sonra Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık. Karşılamak üzere derhal dışarı çıktık. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir merkeb üzerinde ve
etrafında talebeleri olduğu halde teşrif ettiler. Bir mezarlığa yöneldiler. Ziyaretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıkdan yanlarına yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;
—"Çok uzaklardan geldim. Çok zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç iltifat etmediler? Artık ben kendi başıma kaldım" diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada, Şah Nakşıbend
(k.s.) Hazretleri merkebden inip, yanına yaklaşmamı istediler. Bana;
—"Hoş geldin ey Taşkendli derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdar oldum. Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgulüm" buyurdu. Sonra eve gittiler ve
kalabalık da dağıldı. Beni huzuruna kabul edip;
—"Başından geçen hadiselerin hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki divâne ile
karşılaşman ve vukû bulan diğer hadiseler hep bizim teveccühümüz ile oldu" buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular ki, bambaşka bir hale gelip, çok
ağladım.
—"Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben de;
—"Şimdiye kadar geçen ömrümü zayi etmişim" dedim.
—"Öyle söyleme; yalnız bundan evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin ondan daha büyüktür" buyurdu. Sonra;
—"Şimdi sen, bulunduğun hali mi, yoksa geçen halini mi istersin?" diye sordu. Ben de;
—"Bu halimi istedim" dedim.
—"Bu iş tâbi olmadan olmaz" buyurdu.
—"Ne işaret buyurursanız, ne emrederseniz yerine getiririm" dedim. Ben böyle deyince;
—"Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."
NAMAZ VE KURAN
Talebelerinden Emir Hüseyin de şöyle anlatmıştır:
—"Benim evim Kasr-ı ârifan'da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyazdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yok idi. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Şah
Nakşıbend (k.s.) Hazretleri camiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihayet bir gece rü'yamda Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini gördüm. Mübarek elinde bir ayna vardı.
Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka haller kaplamıştı. Âniden Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri evime geldi. Bana dedi ki;
—"Aynayı sana kim verdi?"
—"Siz verdiniz efendim" dedim.
—"Niçin namaz kılıp, Kur'an-ı kerim okumazsın?" dedi.
—"Kur'an-ı kerim okumayı bilmiyorum" dedim.
—"Ben sana namaz ve Kur'an-ı kerim öğretirim" buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsana ve ni'mete gark etti."
DUVARDA KIRK ALTIN
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî adında bir zat,, Kasr-ı ârifân'a gelip, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzuruna girerek, ziyaretlerine gelmekte kusur ettiğini söyleyip affetmelerini istedi. Şah
Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona şaka yaparak;
—"Bedâva özür kabul edilmez" buyurdu. Gelen zat;
—"Bir öküzüm vardır, onu size vereyim"dedi.
—"Onu kabul etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabul edilir" buyurdu. Şeyh Şâdî; "Sakladığım
altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin önüne koydu. Şah Nakşıbend (k.s.)
Hazretleri altınları sayıp, içinden bir tanesini ayırdı. Diğerlerini geri verdi.
—"Bunlarla öküz satın alıp çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlanın kullarına dağıt" buyurdu. Sonra ayırdığı bir altını göstererek;
—"Bu altın haramdır" buyurdu. Daha sonra o zâta;
—"Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda kazanmıştım, dedi.
KURTLAR GELDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın
gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, ağacın gölgesinde uyudu. Uyur uyumaz rü'yasında hocası Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ni gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp;
—"Uyan, kalk, burası uyuyacak yer değildir" dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini açtı ve ayağa kalktı. Bir de gördü ki, iki kurt, kendisine doğru yaklaşmış, hücum etmek üzeredirler.
Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devam etti. Kasr-ı ârifân'a varınca, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yola çıkmış, kendisini karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; "Hiç öyle korkulu
ve tehlikeli yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.
NEHİRE ATTI
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında bulunan talebelerinden Emîr Hüseyn'e;
—"Kendini bu suya at" buyurdu. Daha böyle derdemez, Emîr Hüseyin hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. "
— Ey Emir Hüseyn, çık gel!" buyurdu. Emir Hüseyin derhal sudan dışarı çıktı. Elbisesinden en ufak bir yer bile ıslanmamıştı. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri ona;
—"Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne gördün?" diye sordu. Emîr Hüseyn dedi ki:
—"Emriniz üzerine kendimi size feda ederek suya atınca, bende öyle bir hal hasıl oldu ki, kendimi birden bire gayet güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım,
orada zât-ı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz.
—İşte bu kapıdan çık, buyurdunuz. Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzurunuza geldim" dedi.
HAMUR PİŞMEDİ
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnetine tam uyar, Peygamberimiz (s.a.v.) yaptığı şeyleri yapmağa çok gayret ederdi. Resulüllahın (s.a.v.) işlediği her
sünneti işlerdi. Bir defasında Peygamberimiz (s.a.v.) Eshab-ı kirâm ile ekmek pişirmişlerdi. Şöyle ki, Eshâb-ı kirâmdan bir grup, her biri bir parça hamuru alıp tandıra koymuştu. Peygamber
efendimiz de mübarek eline bir parça hamur alıp tandıra koydular. Bir müddet sonra baktılar ki, Eshâb-ı kiramın koyduğu hamurlar pişmiş, fakat Peygamberimizin (s.a.v.) koyduğu hamur pişmemiş,
olduğu gibi duruyordu. Ateş Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübarek elini dokunduğu hamura te'sir etmedi. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri, Resûlüllaha uymak için talebeleriyle aynı şekilde
ekmek pişirdiler. Talebelerinin koyduğu hamurlar pişti. Fakat Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin koyduğu hamur aynen kaldı. Onun da mübarek elinin dokunduğu hamura ateş te'sir etmedi.
Resûlüllaha (s.a.v.) uymaktaki derecesi bu kadar çok idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur: "Her hususta tâbi olana, tâbi olunanın kemâlâtından büyük pay vardır.
BÜTÜN DÜNYA
En büyük halifesi ve yerine irşâd makâmına geçen Hâce Alâüddîn-i Attâr (k.s.) buyurdu:
—"Hâce Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin bereketi ile kendisinden ettiğim istifadeyi beyan edip, ifşa etsem, bütün dünyayı evliyalık makamına ulaştırırım. Ama Allahü Teâlânın âdet ve iradesi
böyle değildir."
ÖNÜNDEKİ SOFRA GİBİ
Hazret-i Azîzân, ya'ni Ali Râmîtinî (r.a.) buyurdu ki:
—"Bu büyükler, bütün dünyayı, önlerindeki sofra gibi görürler. Biz deriz ki, belki tırnağın yüzü gibidir. Onların nazarından bir şey örtülü değildir."
Hâce hazretleri, talebeleri ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere te'sir eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine; "Siz mi beni buldunuz, ben
mi sizi buldum?" dediler. Talebeleri; "Biz sizi bulduk" dediler.
"Mâdem ki, siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun" buyurup, talebelerinin gözünden kayboldu. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişman olup; "Sizin cazibeniz
olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize kavuşabilir?" deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde
oturuyordu.
KULAĞA PAMUK
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Buhârâ'da, yaz mevsiminde bir akşam, talebeleriyle birlikte Atâullah adında bir zâtın evinin damında oturmuş sohbet ediyordu. Mübârek ağzından inci gibi güzel
sözler dökülüyor, dinleyenlere feyz çağıyordu. Evin yakınına, Buhârâ vâlisinin sarayı vardı. O akşam vâli de, sarayının damında adamlarıyla birlekte def ve çalgı çalıp, eğleniyordu. Ses her
tarafa yayılıyordu. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri;
—"Bizim bu sesleri işitmemiz caiz değildir, kulağımıza pamuk tıkamak lazımdır" dedi. Böyle söyledikten sonra, sohbet meclisinde bulunan talebeleri ve kendisi, çalgı sesini işitmez oldular.
Halbuki vâli ve adamları sabaha kadar çalgı çalmışlardı. Sabahleyin komşular, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin talebelerine; "Biz çalgı sesinden sabaha kadar uyuyamadık, siz nasıl
durabildiniz?" dediler. Talebeler;
—"Hocamız bu sesi dinlememiz uygun olmaz, kulağımıza pamuk tıkamamız lazımdır" buyurdu. O andan i'tibaren sabaha kadar hiç çalgı sesi işitmedik" dediler. Bu durum, o vâliye anlatıldı. Vâli
durumu öğrenince, yaptığı işe pişman olup, tövbe etti. Bu Hadise Buhârâ'da günlerce anlatıldı. Herkes Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin büyüklüğünü gördü. Ona muhabbetleri daha çok
arttı.
ARADIĞIN BURADA...
Hâce Behâüddîn Nakşıbend hazretleri, Buhârâ'nın Gülabâd semtinde bir talebesinin evinde bulunuyordu. Bu sırada kapının önüne bir atlı gelip durdu. İçerden Hâce hazretleri atlıya
seslenip;
—"İçeri gel! Aradığın buradadır" buyurdu. Atlı bu da'veti işitip, atından indi. kapıyı açtı ve içeri girdi. Gelen zâta;
—"Gördün mü, seni buraya çektik. Tirmiz'e hakîkatı aramak için geliyordun" buyurdu. İçeri giren o yolcu, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin elini öptü ve şöyle dedi:
—"Buyurduğunuz gibi, Tirmiz'e bana doğru yolu gösterecek birini aramaya gidiyordum. Fakat yolda bir yere vardım, artık atım yürümez oldu. Ne kadar zorladıysam da bir türlü yürütemedim. Bir
adım bile atmadı. Anladım ki, bunda bir sır vardır. Atın dizginlerini serbest bıraktım. At dönüp Buhârâ yoluna düştü. Hiç dokunmayıp, kendi haline bıraktım. Nereye gidecek diye merak
ediyordum. Nihayet geldi, bu evin kapısının önünde durdu. Bunun üzerine Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri o kimseye iltifat edip, yetiştirmek üzere talebeliğe kabul etti.
YÜKSEK HALLERİNDEN
Bir başka talebesi şöyle anlatmıştır: Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerini tanımadan önce yüz altınım vardı. Bir sandıkta saklı idi. Birgün bu altınlarla ticaret yapma hevesine kapıldım.
Altınları alıp, Buharâ'ya gittim. Hazır elbise alıp, köylerde satmaya başladım. Buhârâ köylerinden birinde bulunduğum sırada, Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin oraya teşrif ettiğini duydum.
Eşyamı bir yere emanet bırakıp, ziyaretine gittim. Huzuruna girince, elini öpüp bir kenara oturdum. Bana;
—"Bu köye niçin geldin?" diye sordu. Bir miktar elbise aldım, onları satmak için geldim.
—"Elbiselerini getir göreyim" buyurdu. Gidip getirdim. Baktıkdan sonra karşıdaki dağı göstererek;
—"Eğer benden dünyalık istersen, şu dağı sana altın yaparım" buyurdu. Böylece dünyaya düşkün olmamayı, asıl maksadın ebedi saâdete kavuşmak olduğunu bildirdi. Ben de bunun üzerine dünya
sevgisini kalbimden çıkarıp, varımı yoğumu Allah yolunda harcadım. Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine talebe oldum. Ondan sonra hiç geçim kaygusu ve sıkıntısı çekmedim.
AĞLAYAN VE TİCARET YAPAN
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretleri hacda iken, Ka'be'yi tavaf sırasında, aksakallı bir ihtiyarın ka'be'nin örtüsüne sarılarak ağladığını ve göz yaşları ile orayı ıslattığını gördü. İmrenilecek
bir halde olan ihtiyarın, bir de kalbine teveccüh etti. Keşfiyle gördü ki, ihtiyarın kalbi tamamen dünyalık şeylerle meşgul. Minâ pazarında ise genç bir tüccar gördü. Bu genç tüccar, aşağı
yukarı ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. Görünüşte tamamen dünyaya dalmış gözüken gencin kalbini hep Allahü teâlayı zikretmekle meşgûl bir hâlde gördü.
FAKİRDİ
En başta gelen talebelerinden Alâeddîn Attâr şöyle anlatmıştır:
—"Hace Behâeddin Nakşıbend hazretleri o derece fakir idi ki, evlerinde kış günleri namaz kılmak için yere serecek birşey bulunmadığından, eski bir kilim serip, onun üzerinde namaz kılarlardı.
Mâişetlerine bir çekirdek bile haram karıştırmazlardı. Kendilerinin ve aile efradının helal yemesine çok dikkat ederdi. Şüphelendiği herhangi birşeyden uzak dururlardı. "İbâdet on kısımdır.
Dokuzu helal rızık aramaktır. Diğer kısmı sâlih ameller ve ibâdetlerdir" buyurulan hadîs-i şerîfi bildirirlerdi.
ORUÇ
Buyurdu ki: "Oruç bana mahsustur. Onun karşılığını ben veririm" buyurulan kudsi hadis-i şerifte, hakiki oruca işaret vardır. Bu ise, Allahü Teala'dan başka herşeyi (Mâ-sivâyı)
terketmektir."
ESMA-İ İLAHİ
Yine buyurdu ki: "Allahü Teâlanın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa, cennete girer" buyurulan bu hadis-i şerifteki "Ahsa" kelimesinin bir ma'nası saymaktır. Diğer bir ma'nası ise,
bu ism-i şerifleri öğrenip, bilmektir. Bir ma'nası da, bu esma-i şerifin mûcibince amel etmektir. Meselâ "Rezzak" ismini söylediği zaman, rızkı için aslâ endişe etmemeli. "Mütekebbîr" ismini
söyleyince, Allahü Teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir."
YARDIM EDERİZ
Yine bir gün, Behâeddin Buhari hazretlerine
— Bu dereceye nasıl ulaştınız? diyesordular.
—"Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım" buyurdu.
SOHBET YOLU
Yine buyurdu ki:
— "Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise afettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet bir kimsenin
arkadaşında fani olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba'zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı
sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerine başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba'zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur.
Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hasıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz."
KABİLİYETE GÖRE
Yine buyurdu ki:
—"İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselama;
—"Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol! buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, talib de bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda
olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesimeydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli
davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma'rifetine kavuşma saadeti nail olsun."
NEFSE MUHALEFET
Buyurdu ki:
—"Bir kimse nefsine muhâlefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsini muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lazımdır. Ebdâllerin
makâmını isteyen kimsenin, halini değiştirmesi, ya'ni nefsine muhâlefet etmesi lazımdır, buyurulmuştur."
SÜNNETE UYMAK
Buyurdu ki:
—"Bizim yolumuz, Allahü Teâlanın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshab-ı kirama tabi olmaktır. İşte bu sebeple, bizim
yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve hahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenler, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usulle terbiye
ederiz. Çünkü rehber olan alim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesmbit eder ve ona göre ilaç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları
vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten faide hasıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır.
Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu, denir. Bizim sohbetimize dahil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâladan başka herşeyden alakasını kesmemiş olabilir. Bu
durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü Teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu
ekip, gece gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazifemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez."
VASITAYIZ
Buyurdular ki:
— Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü Teâlânın minâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu halde bu yolda ilerleyen kimse, kıyamete kadar yaşasa, kendisine
rehber olan zatın terbiye nimetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."
MURADLARDAN..
Bir defasında da buyurdu ki:
—"Biz Allahü Teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi."
Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin yolunun esaslarından olan;
—"Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik" buyurması, Resûlüllah (s.a.v.) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete
kavuşmasına benzetilmiştir.
KALBE TEVECCÜH
Buyurdu ki:
—"Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de Allahü Teâlaya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ etmektir. Yeme içme giyme ve oturmada, işlerde ve adetlerde orta
derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan alimin sohbetini ganimet bilmektir. Hocasının huzurunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu
yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü Teâlânın devamlı huzurunda olmaktır. Eshâb-ı kiram zamanında buna "İhsan" ismi verilmiştir. Ya'nî her an Allahü teâlanın gördüğünü bilmek ve Allahü
Teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek haline İhsân denilmiştir. Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nurlara ve hallere gömülmek, fena ve beka makamlarına ulaşmak, üstün
ahlak ile ahlaklanmak gibi on makam ele geçer."
ŞERİATA UYMAK
Yine buyurdu ki:
—"İslam dininin hükümlerini yapmak, ya'ni emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hatta mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret
miktarınca kullanmak, tamamen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyalık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Velâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat
etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa Cenab-ı Hakk'ın feyzi her an gelmektedir."
İŞİ İYİ YAPMAK LAZIM
Hace Alâüddin Gucdüvani de şöyle anlatmıştır: "Ben Şah Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin son hastalıklarında, vefatından önce huzurunda idim. Ölüm halinde iken huzuruna girmiştim. Beni
görünce;
—"Ala! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Bana hep "Ala" diye hitab ederlerdi. Ben emrine uymak için sofrayı getirip, birkaç lokma yedim. Hocam o halde hasta iken benim yemek yiyecek takatim
yoktu. Sofrayı kaldırdım. Mübarek gözlerini açıp, sofrayı kaldırmış olduğumu gördü. Tekrar;
—"Alâ! Sofrayı getir yemek ye!" buyurdu. Sofrayı getirip, birkaç lokma daha yiyip kaldırdım. Yine sofranın kalkmış olduğunu görünce;
—"Sofrayı getir yemek ye! Yemeği iyi yiyip, işi de iyi yapmak lazımdır" buyurdu. Dört defa böyle oldu."
HAYATININ DİĞER SAFHALARI
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri üç kere hacca gitti.
Sonunda Merv'e geldi ve oraya yerleşti. Burada bir süre kaldıktan sonra Buhâra'ya gitti. Buhâra'da Kasr-ı Ârifân'da kaldı. Daha önce bu yerin adı Kasr-ı Hinduvan'dı.
Hemen her yana, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nin ünü yayıldı. Ülkenin hemen her yerinden, ona, "Merhaba" demek için kafile kafile insanlar gelip gitmeye başladılar. Onun himmeti ile kâinat
nurlanıp ay-dınlandı. Kalblerin karanlığı, ondan gelen ilim bereketi ile gizli ilimlerle aydınlandı, açıldı. Şerli nefisler, onun himmeti ile sürur doldu, sevinç doldu.
Hemen her hali ile gizli ilimler dağıtmaya, Allah vergisi sırları açık-lamaya, Cenâb-ı Hakk'ın tekliğine dair maarif duyguları vermeye, Muhammedî feyizleri aktarmaya devam etti.
YÜKSEK İZAHLARI...
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin üstünlü-ğünü anlatan çok belgeler, deliller vardır.
Bir kudsî hadis-i şerifte şöyle geldi:
— "Nefsin, senin bineğindir; ona şefkatli davran."
Bu kudsî hadis-i şerifi, Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle açıkladı:
— Burada anlatılan "Nefis.." ile mutmainne nefis murad edilmekte-dir. O nefis, Yusüf suresinin 53. âyetinde buyrulan:
"Ancak Rabbımın merhamet ettiği nefis müstesna.." emri ile şeref-lenmiştir.
Velî kullardan bazısına öyle bir hal gelir ki; ilâhî emirlere karşı baş eğme durumuna kavuşurlar. Bu hallerinde onlar, verilen emre karşı ke-sinlikle aykırı hareket etmezler.
EZÂ'NIN MANASI
Resulüllah (s.a.v) efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Eziyet veren şeyi yoldan at."
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle yorumladı:
— "Eza.." kelimesinden murad olunan mânâ nefistir. "Yol.." kelime-sinden murad ise, Hak yoludur. Nitekim, Bayezid-i Bestamî'ye de şöyle buyurulmuştur:
— "Nefsini at da gel."
DÖRT AYRI İFADE
Hazret-i Ebu Bekir Sıddık (r.a) şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyden önce Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ömer (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyin sonunda Allah'ı gördüm.
Hazret-i Osman (r.a) da şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyle beraber Allah'ı gördüm.
Hazret-i Ali (r.a) de şöyle buyurmuştur:
— Gördüğüm her şeyde Allah'ı gördüm.
Dört Hulefa-i Raşidin'in bu sözleri görüldüğü gibi değişiktir. Bu deği-şiklik durumu Şâh Nakşibend Efendimize sorulduğu zaman şöyle dedi:
— Bu değişik görüşler, esasta aynıdır. Ayrılık sadece sözdedir. Değişik anlatmaları, içinde bulundukları hallerden gelir.
SEVENLERİ BEKLEYEN HAL
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri şöyle bu-yurdu:
— Cenabı Hakk'ı isteyen, belâ istemiş olur.
Bu mana, bir kudsî hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:
— "Beni seveni belaya çarptırırım."
Aynı mana, bir başka hadis-i şerifte de anlatılmıştır; şöyle ki:
Adamın biri, Resulüllah (s.a.v) Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa'ya geldi, şöyle dedi;
— Ey Allahın Resülü, seni seviyorum. Şu cevabı aldı:
— "Öyle ise, yoksulluğa hazırlan."
Bir başkası geldi; o da şöyle dedi:
— Ya Resûlellah, ben Allah'ı seviyorum. Buna da şöyle buyurdu:
— "Öyle ise belaya hazırlan."
MÜMİNİN FİRASETİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine şöyle so-ruldu:
— Allah'ın velî kulları gönüllerden geçenlere, gizli amellere, gizli hallere nasıl vakıf olurlar?. Şöyle dedi:
— Allâhü Teâlâ'nın, onlara ikram eylediği firâset nuru ile.. Nitekim, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
— "Mümin kulun firâsetinden sakının; zîrâ o, Allah'ın nuru ile bakar."
KERÂMET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'nden bir gün, keramet göstermesini istediler; şöyle buyurdu:
— Bunca günahla yeryüzünde gezebiliyoruz; bundan daha iyi ke-ramet mi olur?.
SOFİLERİN BAZI SÖZLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri bir gün, bazı tasavvuf ehli zatların:
— Sofî yaratılmış değildir, cümlesinin manası soruldu, şöyle dedi:
— Hakikatte sofînin bazı halleri vardır ki, o hali taşıdığı vakit kendisi yoktur. Bu söz de, o hale, o vakte göredir; her zaman için geçerli olmaz; Halbuki sofî de, diğer mahlukat gibi
yaratılmıştır.
İSMİN SAHİBİ
Cüneyd-i Bağdadî, bir cümlesinde şöyle demiştir; Allah ondan razı olsun:
— Okuyucuları bırak, sofîlere git.
Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Okuyucu kimdir; sofî kimdir?.
— Şöyle açıkladı:
— Okuyucu, bir isme tutunur kalır; onunla meşgul olur. Sofî ise, ismin sahibi Allah ile olur.
FAKİR VE FAKR HÂLİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri'ne sordular:
— Fakir odur ki, Allah'a muhtaç olmaz, cümlesindeki mânâ soruldu şöyle dedi:
— Bundan murad olan mânâ şudur: Cenâb-ı Hakk'tan bir dilekte bu-lunmasına gerek kalmaz. Nitekim, aynı mana, İbrahim Aleyhisselamın şu cümlesinde dahi geçer:
— Rabbımın halimi bilmesi, istememe yer bırakmaz.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerine soruldu:
— Fakir hali tamam olunca, Allah zuhura gelir, cümlesinin ifade ettiği asıl mânâ nedir?. Şöyle anlattı:
— Burada ifade edilen mânâ maddi varlığın yokluğa gömülmesidir, kuldaki geçici sıfatların silinmesidir.
Daha sonra şu beyitleri okudu:
Kim olur ki, sen olmasan Allah'tan başka;
Kim kalır ki, sen kalmazsan Allahtan başka..
ŞÂH NAKŞİBEND (k.s.)
HAZRETLERİNİN BAZI SÖZLERİ:
Buyurdular ki:
—Şeyhten gelen güzel haller, mürid için keramet sayılmalıdır.
Buyurdular ki:
—Benim cenazemde şu beyti okuyunuz:
Varlıkla değil, yoklukla geldik zâtına;
Her zaman güzellikler yaraşır şânına:
MECAZ
Denilmiştir ki:
— Mecaz, hakikatın köprüsüdür. Burada anlatılan mecaz tabirini, madde olarak almak lazımdır.
Bu cümlenin yorumunu, Şâh Nakşibend Hazretleri şöyle yaptı:
— Zahirde, batında, iş olarak, söz olarak yapılan ibadetlerin tamamını madde alanında görmek, mecaz bilmek gerekir. Bir hak yolcusu sâlik, bunları aşıp ötelere geçmedikçe, gerçeğe
ulaşamaz.
ZİYARET
—Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri Ebu Said Ebu Hayr'ın şöyle dediğini anlattı:
— Kalb huzuru ile yapılan aralıklı ziyaret, huzursuz olarak devamlı yapılan ziyaretten hayırlıdır.
ANLAŞILAMAYANLAR
— Müride düşen, şeyhinden anlayamadığı bir şey görürse, ne kadar dayanabilirse o kadar dayanmak; onun hakkında kötü düşünceye ka-pılmamaktır.
Bu yola ilk giren biri, anlayamadığı durumu şeyhinden sorabilir; orta halli ise soramaz.
MAHVİYYET
— Çocuğun biri mektepten çıkmıştı. Mushaf- ı Şerif'i de yanındaydı. Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri İle karşılaştı, se-lâm verdi. Şah Efendimiz de onun selâmına karşılık
verdi. Daha sonra, o çocuğun Mushaf- ı Şerif'ini açtı. 18. sure olan Kehf suresinin 18. aye-tindeki şu kısım çıktı:
— "Köpekleri de, ön ayaklarını giriş kısmına uzatmıştır."
Bu kısmı okuduktan sonra şöyle dedi:
— Ben de onun gibi olmak isterdim.
DERVİŞLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
"Derviş fakirler, peşin çalışırlar; işlerini yarına bırakmazlar. Bunun içindir ki:
— Sofî zat, günün adamıdır, demişler.
NİYET
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Niyeti düzeltmek, sonuca ulaşmak için önemlidir. Şunu bilmek lazımdır ki, niyet gayb âleminden gelir; bu çalışıp kazanma yurdundan değil..
Bu sebeple İslâm büyüklerinden İbn-i Sîrîn, Hasan-ı Basrî'nin cenaze namazını kılmadı. Sebebini sordukları zaman da şöyle dedi:
— Niyetim yoktu.
Şeyh Sehl-i Tüsterî'ye de sordular:
— Niyetin nedir? deyince şöyle anlattı:
— Niyet nurdur. Daha sonra da şöyle açıkladı:
— Niyet harflerinden NUN harfi, Allah'ın nurudur; YA harfi Allah'ın elidir, HA harfi Allah'ın hidayetidir.
Ve..niyet, ruhtan gelen bir esintidir.
DERVİŞ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri müridlerine bir gün şöyle sordu:
— Fakir derviş nedir, kimdir, nasıldır?. Müridleri arasında cevap ve-ren olmayınca şöyle dedi:
— Onun içinde savaş vardır; dışında ise sulh..
NÂFİLE İBÂDETLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Hak yolcusu sâlik, zaman zaman nafile ibadetleri bırakabilir. Bunun sebebi de, tabiî durumunun ona alışmasıdır. Unutturulur ki, Nafile ibadetleri alışkanlık haline getirip onlarla
yetinmesin. zîrâ Hak yolcusu sâlik, can yoldaşını Hak bilecek; amelleri değil.. Bunun içindir ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa şöyle buyur-muştur:
— "Gözümün nuru namazdır."
Şöyle buyurmadı:
— Gözümün nuru namazladır.
YAŞANMAYAN ANLATILIRSA
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir mürid, kendisinde bulunmayan bir hali anlatırsa; Allâhü Teâlâ, o hâle ermeyi o müride haram eder.
DELİNİN ŞİİRİ
Delinin biri, Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretlerinin huzurunda şu beyti okudu:
Hoşlanır hemen herkes hoş şeylerden ancak;
Büyük oynayan başka şeylerden hoşlanacak..
Bunun üzerine Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Biz bu yolda, bu türde sözlerin sahiplerinden yararlandık.
Daha sonra müridlerine bu beyti ezberlemelerini emretti.
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Bir kimse sadece kendisini düşünürse, kendisini düşünmemiş olur. Ama başkasını düşünen kendisini düşünmüş olur.
Yine buyurdular ki:
Allâhü Teâlâ, beni dünyayı batırmak için yarattı; halbuki insanlar benden dünyanın yapılmasını istiyorlar.
VELİLERİN HALLERİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Allah'ın sevgili kulları velîler, halkın yükünü alırlar; ta ki, insanlar onlardan edeb öğreneler. Bu arada, velî kulların delâleti ile Allâhü Teâlâ'ya yakınlık bulalar.
Velî kullarından her birinin kalbine Allâhü Teâlâ'nın rahmet nazarı vardır; ister o velî kul bilsin, ister bilmesin. Her kim bir velî kul ile karşıla-şırsa, o ilâhî nazarın uğurunu bereketini
bulur.
AYNA
— Her şeyin aynası iki yüzlüdür; bizim aynamız ise altı yüzlüdür.
Kırk yıldan beri, aynama bakmaktayım; düşünmekteyim. Onun üze-rinde de çalışmaktayım. Varlık aynam, hiç bozulmadı.
— Bir kimse Allah'ı bilirse, hiç bir şey ona korku vermez.
EDEBİN HAKİKATİ
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Edebin hakikatı, edebi bırakmaktır; yani, samimi olmak, ihlâs sa-hibi olmaktır. Edebe gösteriş karışabilir.
— Ebdal makamına ulaşmak istiyorsan, hallerini değiştirmelisin.
VARLIK
— İbadette varlık aranır, ubudiyette varlık harcanır. Varlık baki kal-dıkça amelden iyi netice alınmaz.
ÂRİFLER
Muhammed Bahâüddin Şâh Nakşıbend (k.s.) Hazretleri buyurdular:
— Ârif zatları maruflarına ulaştıran, başkalarından ayrılıp onu bul-dukları yol, üç şey üzerine kurulmuştur; şöyleki:
1) Murakabe..
Bununla devamlı Cenâb-ı Hakkı'ın varlığı gözetilir; yaratılmışlar ise unutulur gider.
2) Müşahede..
Müşahede ile de, gayb âleminden gelen, kalbe giren ilâhi ihsanlar görülür.
Zamanının bir kalıcı durumu olmayınca, o gelen ihsanları bizim gör-memiz mümkün değildir. Her şey değiştiğine göre, o ihsanlar da bizce kalıcı sıfatlar olamazlar. Bizim bildiğimiz ancak
açılış, kapanış halleridir. Kapanış durumunda celâl sıfatını, açılış durumundaysa cemal sıfatını kavrarız.
3) Muhasebe..
Muhasebe ise, üzerimizden geçen hemen her saatte ve her anda nefsimizi hesaba çekmemizdir. Bakmalıyız: Acaba ânımız, saatimiz nasıl geçti: Huzurla mı, yoksa dağınık ve perişan mı?. Eksik
yanlarımızı anlar anlamaz, hemen işe koyulmamız gerekir.