TASAVVUFUN KAYNAĞI :
İslâm dünyasında doğup gelişen tasavvufun kaynağı, İslâm’ın bizzat kendisidir. Tasavvufun menşei Resulullah (asv) Efendimizdir. Ve o kaynaktan yayılan bir râyihadır.
Tasavvuf, Hz. Peygamber”in ( asv ) manevi otoritesinin terbiye, irşad, davet ve tebliğ adıyla devam eden müesseseleşmiş şeklidir.
Resulullah (asv) Efendimiz’in hayatı çok yönlü olarak değerlendirilmelidir. Zîra O bütün insanlığın örnek alacağı tek mürşiddir. Azimet, şecaat, kahramanlık, şükür, tevekkül, kadere rıza,
belalara sabır, fedakârlık, tevâzu gibi vasıfların gerçek menba-ı hiç şüphesiz ki Resulullah Efendimizdir.
İnsanlık bu vasıfların özlemini çekiyor. Asl’a, öze dönmedikçe daha çok çekecektir.
Tasavvuf kelime olarak Kur’an ayetlerinde ve hadislerde geçmez. Ancak müessese olarak İslam’ın özünde var olan bir ilim ve eğitim kurumudur. Diğer İslami ilimler gibi Hicrî II. Asırda tedvin
edilmeye başlamıştır.
Tasavvufun doğuşuna etki eden İslamî kaynakların başlıcaları şunlardır.
1. Âyet ve Hadisler
Her düşünce ve kültür sisteminin temelinde bir din ve o dinin kutsal kitabını görebiliriz. Tasavvuf kültürünü oluşturan temel unsurların hemen hepsi Kurân’dan veya hadislerden alınmıştır. Ayrıca,
bir mutasavvıfın hayatına yön veren yegâne kaynak da yine İslâmi nasslardır. Tasavvuf kültürünün temelini oluşturan bazı konuların istinad ettikleri âyet ve hadislere birkaç örnek verecek
olursak.
* Nefsi Tezkiye:
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Hz Peygamber’in ( asv ) görevlerini sayarken bunlardan birinin “tezkiye” olduğuna işaret buyurmaktadır:
“Ümmîlere kendi içlerinden, onlara Allâh’ın âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden ve onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.” ( Cum’a, 62/2 )
Peygamber Efendimiz’e bir risâlet görevi olarak verilen tezkiye, aslında bütün Müslümanların görevidir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur:
“Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden; arıtıp kötü huy ve fiillerden korunan kişi kurtulmuş, onu günah ile
kirleten ise hüsrana uğramıştır.”
Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyâzât ve mücâhede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. “Senin en büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir” hadîsi gereğince en büyük
düşmandan korunmaktır.
* Ledün ilmi:
Mutasavvıflar “Biz ona ( Hızır’a ) ilm-i ledün öğrettik” ( Kehf,18/65 ) âyetine dayanarak, zâhir ilminden başka bir de ledün ilmi ( ilm-i bâtın ) olduğunu kabul etmişler, sezgi ve ilhama dayalı
bilgi teorilerini bu temel üzerine bina etmişlerdir. Onlara göre, Hz. Musa’ya melek vasıtasıyla gönderilen veya herkese tebliğ etmek üzere verilen dini bilgiler zâhiri ilim ve şeriat ilmi; Hz.
Hızır’a doğrudan ve özel olarak verilen dini bilgiler ise ledün ilmi, hakîkat ilmi veya bâtın ilmidir.
“Allah’tan korkun, Allah size öğretir” ( Bakara,282 ) âyetinde de Allâh’ın emir ve yasaklarına riâyet edip takvâ üzerine hareket edenlere Allâh’ın doğrudan ilim bahşedeceğine işaret vardır.
Bu şekilde elde edilen bilgiye “mârifet” adı verilir. İnsanın kalbini aydınlatan ilham ve mârifete şu âyet-i kerime de delalet etmektedir: “Bizim için mücâhede edenlere, biz yolumuz gösteririz” (
Ankebut,69 )
* Zikir:
Tasavvufî yaşantının temel unsurlarından olan zikir, pek çok âyet ve hadis ile Müslümanlara emir ve tavsiye edilmiştir:
“Rabbinin adını an, her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.” ( Müzemmil, 73/8 )
“Ey iman edenler, Allâh’ı çok çok zikrediniz!” ( Ahzab, 33/41 )
“Kalpleri Allâh’ın zikrinden katılaşmış olanlara yazıklar olsun!” ( Zümer, 39/22 )
“Bir kavim oturup Allâh’ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar, üzerlerine sekîne (huzur, feyiz) iner ve Allah onları kendi yanındakilere zikreder.” ( Müslim )
* Velâyet:
Tasavvufî düşüncede önemli bir yer tutan “velilik” kavramı da yine Kurân’a ve hadise istinad etmektedir. Kelime olarak dost anlamına gelen veli, tasavvuf literatüründe:
“Allah takvâ sahiplerinin dostudur” vb. âyetlerde ifade edildiği üzere, “Allâh’ın gözettiği koruduğu ve bir an bile kendi nefsiyle baş başa bırakmadığı kimse” mânâlarına gelir.
Tasavvufta büyük bir yeri olan velilik konusu da âyet ve hadislere istinad ederek açıklanmaktadır.
* Alemin Yaratılışı:
Yine tasavvuf felsefesinin önemli bir konusunu oluşturan “alemin yaratılışı” hakkında anlayış da hadis kitaplarında yer almakla beraber, tasavvuf erbâbı arasında kudsî hadis olarak kabul edilen
şu hadis-i şerife dayanmaktadır:
"Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim; mahlukâtı yarattım ki bilineyim." Bu hadise istinaden, varlıklar aleminin yaratılışını da Allâh’ın başkası tarafından bilinmek istemesinin bir
neticesi olarak izah etmişlerdir.
* Tevbe:
Tasavvuf yolunun başlangıcını teşkil eden tevbe, günahtan dönmek, vazgeçmek demektir.
Tevbe bir uyanış, bir silkiniş, geçmişteki hataların kabulü, günahlardan duyulan pişmanlık, kısacası ruh inkilâbının ilk ve en önemli safhasıdır. Onun için mürşidin müridine ilk yaptırdığı iş
tevbedir.
Tevbe, pek çok âyet ve hadisle Müslümanlara emir ve tavsiye edilmiştir.
“Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” ( Tevbe, 9/3 )
“Allah çok tevbe edenleri sever.” ( Bakara 2/222 )
Konuyla ilgili bazı hadisi şerifler de şu şekildedir:
“Günahtan tevbe eden günahsız gibidir.”
“Allâh’a yemin olsun ki, günde yetmiş defadan fazla Allâh’a tevbe ve istiğfar ederim.”
* Zühd:
İlk devir tasavvufunun başta gelen özelliği olan zühd, kelime olarak vazgeçmek, küçümseyip terk etmek, ilgi duymamak gibi mânâlara gelir.
Tasavvufta da, dünyaya ve Allâh’ın dışındaki şeylere gönlü bağlamamak mânâsınadır. Nitekim dünyanın geçici, aldatıcı, âhiret hayatına kıyasla çok değersiz olduğu müteaddid âyet ve hadisle
bildirilmiş ve zühd hayatı tavsiye edilmiştir.
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.” ( Lokman, 31/33 )
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise hayatın ta kendisidir.” ( Ankebut, 29/64 )
“Her şeyden kalbini boşaltarak bütün gönlünle O’na yönel.” ( Müzzemmil, 73/8 )
Hz. Peygamber (sav) de bazı hadislerinde zâhidliği methetmiştir: “Dünyada zâhid ol ki Allah seni sevsin. İnsanların elinde olan şeylere karşı da zâhidçe davran ki onlar da seni sevsin.”
“Allâh’ın indinde dünyanın sinek kanadı kadar değeri olsaydı, hiçbir kafire bir içimlik su vermezdi.”
* Tevekkül:
Tasavvufta mühim bir yeri olan ve üzerine düşeni yaptıktan sonra Allâh’a güvenip dayanma ve O’ndan başkasına ihtiyacını arzetmeme şeklinde tanımlanan tevekkül de yine âyet ve hadislerden
kaynaklanmaktadır.
Allah (cc) Kurân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Kim Allâh’a tevekkül ederse, O ona yeter, onu ummadığı yerden rızıklandırır.” ( Talak, 65/3 )
“Allâh’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.” ( Ahzab, 33/3 )
Peygamber Efendimiz de (asv) şöyle buyurmuştur: “Eğer Allâh’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, Allah size kuşlara rızık verdiği gibi rızık verirdi. Kuşlar, açlıktan karınları çekilmiş oldukları
halde sabahleyin yuvalarından çıkarlar, akşemleyin karınları doymuş olarak geri dönerler.”
* Riyâzât-Mücâhede
Az yemek, az uyumak ve az konuşmak şeklinde özetlenen ve nefsin, bedenin arzularını terk etmek veya asgari ölçüye indirerek ibâdetle meşgul olmak anlamına gelen “riyâzât” ile, nefis ve şeytanın
arzularına karşı mücâdele etmek mânâsındaki “mücâhede” anlayışı da tasavvufta âyet ve hadislerden mülhem olarak gelişmiştir.
Bu konudaki âyet ve hadislerden bazıları şöyle gelir:
“Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et.” ( İnsan, 76/26 )
“Geceleri pek az uyurlar, seherlerde istiğfar ederler.” ( Zâriyât,57/17-18 )
“Âdemoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır.” ( Muhammed,47/12 )
“Âdemoğluna belini doğrultacak birkaç lokmacık yeter.” ( Tirmizî hadislerinden )
“Bizim yolumuzda mücâhede edenleri muhakkak yolumuza iletiriz.” ( Ankebut, 26/29 )
“Allâh’a ve ahiret gününe inanan ya hayırlı bir şey söylesin veya sussun.” ( Buhari )
Bu ve benzeri âyet ve hadislere bakarak, sûfîler riyâzât ve mücâhedeye önem vermişler, Allah katında yüce makamlara ulaşabilmek için nefsin arzularına muhalefet etmek, dünyevi zevklere fazla
bağlanmamak gerektiğini kabul etmişlerdir
İlm-i Fıkh-ı Bâtın:
Şerîatin emrettiği ibadet ve ahkâmın bir zâhir ve bir bâtın, bir ruhsat ve bir azîmet, bir fetva ve bir takva ciheti bulunmaktadır.
“Namaz insanı her türlü kötülük ve münkerden alıkoyar” âyetinin sırrının tecelli etmesi, namazın zâhiri farzlarından başka bâtıni farzlarının da yerine getirilmesine bağlıdır. Nitekim
“Namazlarını huşû ile kılan mü’minler kurtuluşa erdi.” âyeti buna işaret etmektedir.
Oruçtan gayenin aç kalmak değil, takvaya ermek olduğunu, orucu emreden âyet-i kerime açıkça belirtmektedir. (Bakara, 2/183 )
Zekatın bizzat kendisi temizlemek anlamınadır. Hem malı hem de sahibindeki buhl, yani cimrilik duygusunu temizlemektedir.
Cihad konusunda ise Allah Teâlâ’nın “Nefislerinizle cihad ediniz” ( Tevbe, 9/41 ) nev’inden âyetleri, bizzat canlarınızla cihada katılınız anlamına olduğu gibi, nefislerinize karşı da cihad
yapınız, şeklinde de düşünülmelidir. Çünkü nefsinin karşı koyma engelini aşamayan, yani nefsiyle kavgasını bitiremeyen kimse, cihada nasıl katılabilir ki? Bu nedenle mutasavvıflar, nefs ile
cihadı mücâhedenin bir parçası saymışlar ve bu konuda:
“Ey mü’minler, sabredin düşmana karşı hazırlıklı olun” ( Al-i İmrân, 3/200 ) âyetini; sınırlarınızı korumak için nöbet tutun, şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi; içinizdeki düşman için de nöbet
tutun, onu da gözetim altında bulundurun ve bunun için de kalbî râbıtanız bulunsun, şeklinde de anlamak mümkündür.
Mutasavvıflardan bir kısmı: “Allah size zâhir ve bâtın nimetlerini bol bol verir” ( Lokman,31/20 ) ayetinde geçen zâhiri nimetlerin dış organlara Allah’ın ihsanı olan taatlar olduğunu, bâtınî
nimetlerin de mânevî haller türünden kalbe verilen şeyler olduğunu belirtmektedirler.
2. Hz. Peygamber ve Ashabın Hayat Tarzı
Hz. Peygamberin (asv) risâletle görevlendirilmeden önce, sık sık tefekküre daldığı, zaman zaman Hira mağarasında inzivaya çekilip Allah’la baş başa kalarak günlerce O’nun yüce sıfat ve
tecellilerini tefekkür ettiği bilinen bir husustur.
Bu özelliğinden dolayı Araplar “Muhammed Rabbine aşık oldu” diyorlardı. O’nun senelerce süren bu derin tefekkür ve riyâzâti kendisini en son peygamberlik görevini yüklenmeye hazırlamış, ruhunu
ilâhî hitabı duyabilecek şekilde tasfiye etmiştir.
Resulullah Efendimiz (asv) bu riyâzât ve tefekkür hayatını peygamber olduktan sonra da devam ettirmiştir. Bütün ömrü boyunca sade ve mütevâzi bir şekilde yaşamış, kullukla iftihar etmiştir.
Dünya varlığına sahip olmamakta ve zâhidâne yaşantı hususunda son derece titizlik gösteren Hz. Peygamber (asv), ashabına da dünyaya kapılmamayı, nafile ibâdet, zikir, tevekkül, sabır, tevbe ile
Allâh’a yaklaşmayı tavsiye ederdi.
Resul-i Ekrem (sav) sade yaşar, sade giyinir, sade yemek yerdi. Her şeyde sadeliği severdi. İbâdete son derece düşkündü. Ayakları şişinceye kadar namaz kıldığı rivâyet edilmektedir.
Kendisine “Allah senin önceki ve sonraki günahlarını affetmiş iken böyle mi yapıyorsun?” denilince “Şükredici bir kul olmayayım mı?” derdi.
İslâm tasavvufunun doğuşunda bir başka faktör de ashabın yaşayış tarzıdır. Her hususta Resulullah’ı ( asv ) örnek alan sahabiler de zühd ve takvâ yolunu seçmişlerdir. Ashabdan bir kısmı zühd ve
takvâda ileri giderek bu yönleriyle temayüz etmişlerdir. Yüce Allah bunlar hakkında:
“Yanları yataklardan uzak kalır; korkarak ve ümitle Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Secde, 32/16) Ve:
“Simaları yüzlerindeki secde alametlerinden bellidir” ( Fetih, 48/29 ) buyurmaktadır.
İslâm tasavvufunun asıl kaynağı görüldüğü gibi, Kurân-ı Kerim, hadis-i şerifler ve Peygamber Efendimiz ile sahâbe-i kirâmın örnek yaşantılarından ibârettir.
Mutasavvıflar, diğer ilimlerde bulunmayan ve kendilerine âid husûsiyetleri, mutlaka âyet ve hadislerden alarak işlemişlerdir. Sanıldığı gibi ve bazı kimselerin idda ettiği gibi, bir takım
bid’atler ihdâs etmemişlerdir. Aksine Allah Rasûlü ve ashâbının ruh hayatını tedvin ederek, değişen toplum yapısı ve şartlarına göre ve fakat aslî hüviyetini bozmadan, tasnif ederek
uygulamışlardır.
Sonraki asırlarda, karşılıklı temaslar neticesinde tasavvufun maruz kaldığı bazı yabancı tesirler, onun İslâmi olma özelliğine halel getirecek mahiyet ve kemiyette
değildir.